İstiklâl Marşı

Şair bu satırlarla ulusuna seslenmektedir. Korkmaması gerektiğini ve dalgalanan bayrağımızın üstündeki ayın ve yıldızın daima parlayacağını ve ülkemizin üstünde son ocak sönene kadar bayrağımızın dalgalanacağını anlatmak istemiştir. Milletimize cesaret vermiştir.

İstiklâl Marşı (Osmanlı Türkçesi: استقلال مارشى), Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin millî marşı.

Tarihçe

Maarif Vekaleti, Türk Kurtuluş Savaşı’nın başlarında, İstiklâl Harbi’nin millî bir ruh içerisinde kazanılması imkânını sağlamak amacıyla 1921’de bir güfte yarışması düzenledi. Yarışmaya toplam 724 şiir katıldı. Eser gönderenler arasında Kâzım Karabekir, Hüseyin Suat Yalçın, İsak Ferrara, Muhittin Baha Pars ve Kemalettin Kamu gibi tanınmış isimler de vardı.[3] “Çanakkale Şehitleri” ve “Bülbül” gibi şiirlerin sahibi Mehmet Akif’in “Milletin başarılarının para ile övülemeyeceğini” düşündüğü için yarışmaya katılmak istemediği bilinir.

Son şiir gönderme tarihi olan 23 Aralık 1920’den sonra Eğitim Bakanlığı güfteleri incelemiş ancak içlerinde İstiklal Marşı olabilecek bir eser bulamamıştı. Mehmet Akif, Maarif Vekili Hamdullah Suphi Bey’in kendisine yazdığı 5 Şubat 1921 tarihli davet mektubundan sonra fikrini değiştirerek Ankara’daki Taceddin Dergahı’ndaki odasında, Türk Ordusuna hitap ettiği şiiri kaleme aldı ve bakanlığa teslim etti.[5] Şiirde, şair Kurtuluş Savaşı’nın kazanılacağına olan inancını, Türk askerinin yürekliliğine ve özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa, Hakk’a, yurduna ve dinine bağlılığını dile getirmiştir.[2] Hamdul­lah Suphi Bey, Âkif’in şiirinin önce cephede asker arasında okunma­sına karar verdi. Batı Cephesi Komutanlığına gönderilen şiir, askerin beğenisini kazandı.[3] İstiklâl Marşı, 17 Şubat 1921 tarihinde Hâkimiyet-i Milliye ve Sebilürreşad gazetelerinde yayınlandı, on iki gün sonra ise Konya’da Öğüt gazetesinde yer aldı.

Ön elemeyi geçen yedi şiir 12 Mart 1921’de Mustafa Kemal’in başkanlığını yaptığı meclis oturumunda tartışmaya açıldı. Mehmet Âkif’in şiiri meclis kürsüsünde Hamdullah Suphi Bey tarafından okunduŞiir okunduğunda milletvekilleri büyük bir heyacana kapıldı ve diğer şiirlerin okunmasına gerek görülmedi. Bazı mebusların itirazlarına rağmen Mehmet Akif’in şiiri coşkulu alkışlarla kabul edildi.

Güfteye en sert eleştiri Kâzım Karabekir’den geldi. Kâzım Karabekir, 26 Temmuz 1922’de Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey’e yazdığı mektupta yarışma sonucunun iptal edilmesini istemiş ve eleştirilerini sıralamıştır. Eleştirilere karşın güftede bir değişikliğe gidilmedi ve Paşa da bu konuda ısrarcı olmadı.

Mehmet Âkif, kazandığı beş yüz liralık ödülü yoksul kadın ve çocuklarına iş öğreterek yoksulluklarına son vermek için kurulan Darülmesai’ye bağışladı. Şair ayrıca, İstiklâl Marşı’nın Türk Milleti’nin eseri olduğunu beyan etmiş ve İstiklâl Marşı’nın güftesini, şiirlerini topladığı Safahat’a dahil etmemiştir.

Ülke savaş içerisinde olduğu için, Âkif’in şiirinin bestelenmesi iki sene ertelendi; 1923’ün 12 Şubat’ında İstanbul Maarif Müdürlüğü’ne beste yarışması açma görevi verildi.

Şiirin bestelenmesi için açılan ikinci yarışmaya 24 besteci katıldı. Ülkenin içinde bulunduğu zor koşullar nedeniyle sonucu belirleyecek bir değerlendirme yapılamadı. Bu nedenle güfte, ülkenin çeşitli yerlerinde farklı bestelerle okunmaya başlandı. Edirne’de Ahmet Yekata Bey’in, İzmir’de İsmail Zühtü Bey’in, Ankara’da Osman Zeki Bey’in, İstanbul’da Ali Rıfat Bey ve Zati Bey’in besteleri okunuyordu.

1924 yılında Ankara’da toplanan seçici kurul, Ali Rıfat Çağatay’ın bestesini kabul etmiştir. Bu beste 1930 yılına kadar çalındıysa da 1930’da değiştirilerek, dönemin Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Osman Zeki Üngör’ün 1922’de hazırladığı bugünkü beste yürürlüğe konmuş, toplamda dokuz dörtlük ve bir beşlikten oluşan marşın armonilemesini Edgar Manas, bando düzenlemesini de İhsan Servet Künçer yapmıştır. Üngör’ün yakın dostu Cemal Reşit Rey’le yapılmış olan bir röportajda da kendisinin belirttiğine göre aslında başka bir güfte üzerine yapılmıştır ve İstiklal Marşı olması düşünülerek bestelenmemiştir. Söz ve melodide yer yer görülen uyum (Prozodi) eksikliğinin (örneğin “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” mısrası ezgili okunduğunda “şafaklarda” sözcüğü iki müzikal cümle arasında bölünmüştür) esas sebebi de budur. Protokol gereği, sadece ilk iki dörtlük beste eşliğinde günümüzde İstiklâl Marşı olarak söylenmektedir. 2013 yılında marşın bestesine okunma zorluğunu gidermek amacıyla çeşitli teknik düzenlemeler gerçekleştirilmiştir.

Güftesi, Anadolu’da Millî Mücadele’nin devam ettiği sırada Mehmet Âkif Ersoy tarafından kaleme alınmış şiir. Şairin Kurtuluş Savaşı’nın kazanılacağına olan inancını, Türk askerinin yürekliliğine ve özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa, Hakk’a, yurduna ve dinine bağlılığını dile getirir.

Şiir, 12 Mart 1921’de Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından İstiklâl Marşı olarak kabul edilmiştir. Bestesi Osman Zeki Üngör’e aittir. Orkestrasyonu Edgar Manas tarafından yapılmıştır.

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
    O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
    O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Şair bu satırlarla ulusuna seslenmektedir. Korkmaması gerektiğini ve dalgalanan bayrağımızın üstündeki ayın ve yıldızın daima parlayacağını ve ülkemizin üstünde son ocak sönene kadar bayrağımızın dalgalanacağını anlatmak istemiştir. Milletimize cesaret vermiştir.

Çatma, kurban olayım, çehrene ey nazlı hilal!   
Kahraman ırkıma bir gül… Ne bu şiddet, bu celal?
    Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal;
    Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal.

Bu kıtada şair bayrağa seslenmektedir. Kaşlarını çatmamasını, yüzünü asmamasını söylüyor. Eğer yüzünü asarsa şehitlerimizin onun uğrana dökülen kanlarının helal olmayacağını anlatıyor. Hiddetli durmamasını ve bir kerecik olsa da gülmesini istiyor.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.   
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
    Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
    Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Bizim özgürlüğümüze kimsenin engel olamayacağını, hiç bir kuvvetin buna cesaret edemeyeceğini anlatmaktadır. Buna teşebbüs edilirse kendini aşarak önüne çıkacak her türlü engeli yeneceği güçte olduğunu vurgulamaktadır.

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
    Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
    Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
    Medeniyet! dediğin tek dişi kalmış canavar?

Bu satırlarda “çelik zırhlı duvar” kelimeleriyle Batı’daki teknolojinin gelişmişliğinden bahsetmektedir. Ve o teknolojiye karşıt olarak bizim milletimizin manevi gücünün daha kuvvetli olduğunu vurgulamıştır. Ve Batı’yı da burada tek dişli canavara benzetmiştir.

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
    Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
    Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bu kıtada Türk milletine sesleniş vardır. Herkesin kendini siper edip özgürlüğümüz için savaşması gerektiğini güzel günlerin ancak öyle bize geleceğini söylemiştir.

    Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
    Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
    Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Topraklarımızın ve bu vatanın çok büyük zorluklarla kazanıldığını ve ne pahasına olursa olsun vatanımızı satmamamız gerektiği vurgulanmıştır. Sadece toprak olarak görülmemelidir çünkü şehitlerimizin kanlarıyla sulanmıştır. Her bir adımda bizim için canını veren şehitlerimiz aklımıza gelmelidir.

Kim bu cennet vatanının uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
    Canı, cananı, bütün varımı alsında Huda,
    Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Topraklarımıza herkesin bile isteye canını vereceği söylenmektedir. Topraklar sıkılsa her yerinden şehitlerin çıkacağı vurgulanmıştır çünkü her parçada şehitlerimizin kanı vardır. Şair burada Allah’ın her şeyimizi almasını ama bizi yurdumuzdan mahrum etmemesini söylüyor.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
    Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli-
    Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

Şair bu satırlarda Allah’a seslenmektedir. Yurdumuza hiç bir düşmanın gelmemesini, okunan ezanların hiç susmamasını istemektedir. Ve bağımsızlığımızın hep devam etmesini söylemektedir.

O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
    Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım;
    O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Eğer şairin duaları kabul olursa ve mezar taşı olacaksa (Şehitlerin bir kısmının mezar taşı bulunmamaktadır.) o zaman başının gökyüzüne yükselecek kadar yüceleceğinden bahsetmektedir.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
    Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
    Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
    Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
    Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal!

Özgürlük ve istiklal bizim ülkemizin hakkıdır ve her zaman da olacaktır. Türk Bayrağı göklerde her zaman dalgalanacaktır. Dalgalanmalıdır ki dökülen kanlar hem ona hem de bağımsızlığımıza helal olsun.

Comments

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

GIPHY App Key not set. Please check settings

Yükleniyor…

0

Ne düşünüyorsun?

Hükûmetimizin şekli mutlaka Cumhuriyet olacaktır

Gençliğe Hitabe